Orta Çağda Tüccar ve Kilise Üzerine…
Ticaret devrimi öncesi erken orta çağ üç temel toplumsal sınıfa ayrılmakta idi; Din adamları, soylular ve çiftçiler. Kapalı ekonominin hakimiyeti ve bireyciliğe uzak toplum içinde tüccarın konumu önem arz etmiyordu.(kilise) 13. Yüzyılda Orta çağ tüccarı gezgin bir karaktere sahipti ve yılın belli zamanlarında kurulan Champagne fuarlarına katılabilmek onun en büyük amacıydı çünkü burada Batı dünyası için hayati öneme sahip, düzenli bir pazar vardı ama yollar uzun ve tehlikeliydi.
Kıtaya doğru ilerleyen Arap akınları ve fetihlerinin son bulması, paranın daha popüler bir biçimde sahneye çıkması gibi nedenlerden ötürü istikrarlı bir ticaret ortamı oluştu. Gezgin tüccarlar, şehirlere yerleşerek yerleşik tüccara dönüştü ve tüccarın işi daha güvenli bir hal aldı. Kolayca zenginleşen ve toplumda önemi artan bu sınıfın, sıfırdan yükselerek zenginleşen sıradan insanlar olması, orta çağdan erken modern Avrupa’ya geçişte önemli bir adımdı. Zamanla bu insanlar soylular arasına karışarak mimari, sanat ve toplumda klasik orta çağ anlayış ve zevklerinin değişmesinde büyük rol oynadılar. Kilise ve tüccarın ilişkisi ise daha karmaşık bir şekilde gelişmekte idi.
Homo Mercator nunquam aut vix potest Deo Placere
Yaptığı mesleğin gerekliliklerinden dolayı tüccarın, kilise tarafından küçümsendiği sık sık dile getirilmiştir. Bu durumu, 12. Yüzyıl abidevi kilise yasası olarak bilinen Gratiani Kararnamesi’ne eklenen ünlü bir cümleyle özetlemek mümkündür. ‘Homo Mercator nunquam aut vix potest Deo Placere’, yani ‘Tüccar kendini Tanrıya beğendiremez, ya da çok zor beğendirir.’ Yasaklanmış meslekler listesini veren kilise arşivlerinden ticaretten sık sık söz edilmektedir. Aziz Papa Büyük Leon’un yayınladığı kararnamedeki ‘Alma ve satma işiyle uğraşanların günah işlememeleri çok zordur’ cümlesi de kilisenin tüccara ve ticarete olan bakış açısını bize göstermektedir. İnsanın para kazanma hırsına sınır koymadığı için, bu hırsının sonsuza dek büyüyebileceği yani ‘lucrum’ (kar, yarar, kazanç tutkusu, pintilik) ve yedi ölümcül günahtan biri olan (avaritia) yani açgözlülük, tüccarı günaha yönlendiriyor.
Tefecilik yani faiz ödemeyi içeren her türlü ticari işleminde kilise açısından günah olması, her tüccar ve bankerin birer tefeci olarak görülmesi, kutsal metinlerinde, kiliseye bu görüşünde destek olması kilisenin tüccarı mahkûm etmesine sebep oluyor. Kapalı bir toplum ve ticaret anlayışına sahip din adamları ‘paranın kendi kendine para üretebileceğini’, borç verilen zaman ile geri ödenen zaman arasında paranın parayı doğurtabileceğini kabul etmekte zorlanıyorlar. Bir malzemeyi başka bir malzemeye dönüştürmedikçe ya da o malzemeyi nesneye dönüştürmek adına hiçbir şey yapmayan para işinin gerçek bir iş olduğuna inanmıyorlar. Bu da kilisenin desteğini zanaatkar çevrelere dayandırmasına ve onları desteklemesine sebep oluyor. Kapitalist bir toplum yapısının oluşmasına kilise fikri dünyası müsaade etmiyor.
İslam ve Kilise
Son olarak kilise için kırmızı çizgi olan İslâm ile ticaret, uluslararası ticaretin geliştiği ve Batılı tüccarların, Arap tüccarlar ile ticaret yapmasının zorunlu olduğu bir dönemde uyulması imkânsız bir yasaktı. Buna bir örnek verirsek: I. Haçlı Seferine istemediği halde katılan Venedik Kenti, bu yasağa ganimetlerden payını alabilmek amacıyla uydu ve bundan olayı Haçlı seferlerini Bizans’a yönlendirmeye çalıştı ise de ancak IV. Haçlı Seferinde bu istediği gerçekleşti.
Kilise ve tüccar arasında görülen bu gergin ilişkilerin aksine ise gündelik yaşamda ise bu yazılanlara hiç benzemeyen, bambaşka bir ilişki söz konusudur. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri ise Papalık ve Medici ailesi arasında gerçekleştirilen ‘Şap’ ticaretidir. Şap, Renk sabitleyici olarak kullanıldığı, tekstil sanayinin vazgeçilmez ürünlerinden biriydi ve Ege Denizi çevresindeki adalarda, özellikle de küçük Asya’daki Foça’da üretiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu zaman içinde bölgede egemen olunca 1461 yılında Tolfa, Civita Vecchia’daki Papalık topraklarının üstünde önemli şap madenleri keşfedildi. Papalık bu maddeyi işleme ve satma işini Medici ailesine verdi. Aynı tarihte Papalık, kendi ürününden başkasını satın alan tüm prens, kent ve kişileri aforoz etti. Böylece Papalık, Medici gemilerinde kendi bayrağını taşıma hakkı vermekle kalmayıp, bu ailenin kendi şap madenleri dışındaki tüm madenleri ekarte etmesini sağladı ve böylece orta çağdaki en sıradışı uluslararası tekel girişimlerinden birinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Son olarak…
Birçok ruhban, ticarete atıldı ve ticaretten zengin oldu, tüccarlar ise manastırlara, kiliselere yüklü miktarlarda bağışlar yaptılar. Borçlunun ödediği faiz gönüllü bağış olarak adlandırılarak kilise yasakları hafifletildi ve bunları savuşturmanın türlü yolları bulundu. Bazı tüccarlar ölmeden önce manastırlara çekilerek tövbe ettiler. Buna bir örnek verecek olursak Ünlü Arraslı banker Crespin, 14. Yüzyılın başında Saint-Vaast manastırına kapanıp yaşamını rahip olarak tamamladı. Bunun gibi verebilecek oldukça fazla örnek vardır fakat şunu kesin olarak anlamalıyız ki tüccar ve kilise arasında gergin görünen ilişkilerin arkasında büyük bir iş birliği yatmaktadır çünkü ne tüccar kilise ile rekabet edebilir ne de kilise tüccar ile.
Yazan Yiğit Özalkuş
Editör: Taha Berk Arslan
Yorum gönder